BAZI YALANLAR ÖZÜNDE MASUMİYET BARINDIRIR!
Zamanın birinde İstanbul metropolünde
güzeller güzeli bir Kezban yaşarmış. Kezban masum yüzüyle, iyilikseverliğiyle,
kimseyi kırmamak için yüzünü kendini acındıra acındıra hafiften buruşturarak
konuşmasıyla meşhurmuş ve bu haliyle ortalıklarda gezinir dururmuş. Duygularını ifade etmekte,
kendinden istenenlere hayır demekte oldukça zorlanan Kezban, yıllar yılı
uykusunda hatta gündüzleri bile dişlerini sıktığını, insan içine çıktığında hemen
omuzlarının gerildiğini, misafirlikte ayaklarını sallaya sallaya bazen de
halıya sürttüre sürttüre oturduğunu bilmezmiş. İnsanların onu yorduğunu ara
sıra fark etse de insansız kalmamak için bazı şeylere katlanırmış.
Bir gün işyerindeki şefi Kezban’ı diğer
çalışanlarla birlikte evine akşam yemeğine davet etmiş. Kezban bu kadına içten
içe güvenmiyor ve hatta hiç samimi bulmuyormuş. Ama yüzüne gülüyor hatta samimi
davranıyormuş. Kadının zevzek konuşmalarından hiç hazzetmediği için asla yemeğe
gitmek istemediğini, bir anda içinde büyük bir direncin geliştiğini fark etmiş.
Doğrudan gelmek istemiyorum demek çok ayıp olacağı ve onun kalbini kıracağı
için ağzından “annem hasta abla, nasıl geleyim, ona bakıyorum işte” diye bir yalan
çıkıvermiş. Kezban bu cümleyi kurmak için uzun uzun düşünmemiş. Sanki hazır bir
paket programdan çıkmış, sanki otomatik bir şekilde beynindeki bir sistemden
gelivermiş gibiymiş. Kendisi bile bu cümleye inanıp yine yüzünü acıklı bir
şekilde buruşturmuş. Şefinin annesinin durumunu merak edip sorular sormaya
başlaması üzerine bu yalana küçük küçük yalanlar eklemiş. Bir yandan yalanı çok
abartmamak için sıkılıp bunaldığını bir tür vicdan azabı yaşadığını hissetse de
yalanlar yalanları kovalamış. Kadının her sorusu onu biraz daha sıkmış ama
sonunda yemek davetini başından savmayı başarıp, gelip masasına oturmuş.
O sırada aklına ya annem gerçekten hasta
olursa ya söylediğim yalan gerçek olursa diye bir düşünce gelmiş ve çok
korkmuş. Annesinin geçmişteki ve şimdiki ufak tefek hastalıklarını düşünüp ama
annem gerçekten hasta da şimdi tam olarak değil gibi, olsun yine de en azından
hasta olduğu yalan değil bari diyerek biraz kendini avutmaya çalışmış.
Hem annesi ne zaman hasta olsa ona Kezban
baktığı için “pek yalan da söylemiş olmam belki” demiş. Yine de içindeki vicdan
azabını susturamıyormuş, dayısının küçükken kendisini karşısına alıp parmağını
sallaya sallaya “gerçekten ahlaklı erdemli bir insan asla yalan söylemez” deyişini
hatırlamış. O zaman da dayısına nasıl da yalan söylediğini ve yakalandığını
hatırlamış ve içi acımış. Bir anda annesine, babasına, arkadaşlarına, iş
arkadaşlarına ve akrabalarına hatta işyerine gelen masum vatandaşlara bile bir sürü
küçük küçük yalanlar söylediğine uyanan Kezban, en son bir arkadaşının yeni evi
için perde alırlarken “biz bunu yetim çocukların evine alıyoruz” azcık ucuza
ver diyerek pazarlık yaptığını, perdeyi nasıl da ucuza aldığını anımsamış.
Arkadaşı gerçekten yetimmiş ama kırk yaşında ve oldukça zengin bir yetimmiş. Kendi
kendine ah Kezban vah Kezban, ben seninle ne yapacağım diyerek derin bir ah çekmiş.
Öğle yemeğinden sonra masasında Türk
kahvesini içerken yanına arkadaşı Mestan gelmiş. Mestan, Kezbanı pek severmiş. Kezban’ın
ne kadar iyi bir insan olduğundan bahsedip yüzüne karşı onu öve öve
bitirememiş. Mestanın övgülerinden içi daralan Kezban önce “herhalde bunun
bende gözü var” diye düşünmüş ardından adeta içinde bir canavar belirmiş ve
Mestanın çenesini tutup masadaki tüm peçeteleri oracıkta ağzına tıkmak gelmiş. İçinden
geçenleri Mestan’a belli etmemek için arşivde acil işim var diyerek masadan can
havliyle kalkıp kendisini koridora atmış.
Geri döndüğünde Mestan’ın ortalıkta
olmadığını gören Kezban masasına gidip hemen çantasını toplamış ve şefinden
izin almaya gitmiş. Bari bu sefer yalan söylemeyeyim diyerek sadece “bir işim
var çıkmam gerekiyor, izin alabilir miyim?” diye sormakla yetinmiş. Hızlı hızlı
yürüyüp tramvaya binmiş ve soluğu sahaflar çarşısındaki Muzaffer dedesinde
almış. Durumunu anlatıp “ben neden tek ayak üstünde dokuz yalan söylüyorum”
dedeciğim diye sormuş.
Muzaffer Dede gülümseyerek, huzur veren
sesiyle konuşmaya başlamış:
“sen söylemiyorsun kızım sana söyletiliyor”
demiş.
Kezban’ın
daha bu ilk cümlede yüreğine su serpilmiş. Kendini anlatmak için “Valla ben
söylemek istemiyorum ama nasıl oluyorsa söylemiş oluyorum hatta çoğunu da fark
etmiyorum” demiş.
Muzaffer Dede kafasını sallayarak konuşmaya
devam etmiş:
“kızım
sen değil, önce seni onay bağımlısı haline getiren, hayır dediğinde çok kötü
şeyler olabileceğini hissettirerek korkutan, sevgi eksikliğinden mustarip edenler,
seni koşullu sevenler utansın. Ancak onların utanması senin bu müşkül durumuna
hiç fayda sağlamayacağı için sen önce utanmayı bırak ve bu meseleyle yüzleş.
Sende onay bağımlılığı var.”
İyi de dedeciğim onay alınca ne olacak ki, ne
faydası var bana?
Sevilmiş olacaksın işte, güya içindeki sevgi
eksikliğini böyle kapatacaksın. Gerçi onay bağımlısı olan kişi onaya bir türlü
doyamadığı için denizden su içer gibi olur. Bir türlü susuzluğu dinmez. Onay aldıkça
alası gelir, aldığı onayları hemen küçümser, yenilerine yelken açar.
İyi hoş da ben onay aldığım zaman sıkılıyorum
bazen, yüzüme söylenince sıkılıveriyorum. İşte bugün kaçtım işyerindeki Mestan’dan,
beni bu kadar övdüğüne göre bende gözü var herhalde diye düşündüm.
Muzaffer Dede kendinden emin bir şekilde konuşmaya
devam etti. Kızım o onay bağımlılığı değil, onaylanmama bağımlılığı.
Kezban önce gözlerini kıstı, sonra kocaman
açarak, nasıl yani? Diye sordu.
“Kızım bazı onay bağımlıları, onay alabilme
ihtimallerine ve bunun için çabalamaya bağımlıdır. Gidip yüzlerine karşı açık
açık bunu söylediğinde bundan rahatsız olup bunu hak etmediklerini düşünürler.
Çünkü sen onların onay oyununu bitirip istediklerini ellerine verirsin. Onların
bilinç altı bundan rahatsız olur çünkü alıştıkları derin acıyı ellerinden
almaya çalışırsın. Kendilerinin değersiz ve yetersiz olduğuna öylesine
inanırlar ki bunun aksini söyleyenlerin söylediklerini ciddiye alamazlar,
kendilerini buna değer göremezler. Beni iyi dinle! İltifatı aşırı ciddiye
almakta, aşırı ciddiye almamakta kibirdir. Birisi açık kibir olur öbürü gizli
kibir. İltifatı gerçek yerine koyabilmek ve dengesini buldurmak ise bir
sanattır.”
İyi de dedeciğim ya kusura bakma ama ben ucuza
perde almak için bile yalan söylüyorum, afedersin perdeciden mi onay alıcam
beni ne güzel kandırdın diye, kimden onay alıcam ki ben, benim ucuza perde
aldığımı nerdeyse kimse bilmiyor.
“Ah sevgili kızım, kimse bilmese de bilinç
altında çalışan otomatik program biliyor, sen perdeyi ucuza aldığında geçmişte
onayını alamadığın birilerinin onayını alacaksın, bak ne güzel kendini
kazıklatmamışsın, sen kazıklamışsın, ne güzel ucuza almışsın diyecek bir ses,
ya da sen hep böyle kazıklanıyorsun, ağzını aça aça kendini kazıklatıyorsun, azıcık
gözünü aç safsın sen saf diyen bir onaylanmamanın acısını gidermeye çalışacaksın.
Belki bir söz yüzünden tüm ömrün boyunca yaptığın alışverişlerde gizli
gizli kazıklanma korkusu taşıyacaksın.”
Muzaffer Dede derin bir nefes aldıktan sonra
konuşmaya devam etti:
“Bak kızım sen uyanmadıkça ne sendeki bu
onaylanma ve onaylanmama bağımlılığı biter ne de içindeki bu değersizlik. Sen
kendi gözünde değersiz olmayı öyle kabul etmişsin ki kimse sana değerli
olduğunu kabul ettiremiyor. Oysa esasen tek bir onaya ve tek bir değere ihtiyacın
var o da seni yaratan Allah’ın onayı ve sana verdiği değerdir. Eğer onay ve
değer istiyorsan önce Allah’ın katında değerli olmaya çalış. O sana değer verip
seni kulu yapmış, sen de Onun kulu olarak değer kazan. Tüm onayların ve
değerlerin sona erdiği kabir kapısında pişman olmak istemiyorsan hakikate aç
gözlerini, Allah için dürüst ol. Allah için yalan söyleme. Kendini Allaha
bağla. Kalbinden bir enerji bağı kur Allaha açılan. Dürüstlüğünle Onun katında
değerlendikçe O seni herkesin katında da değerlendirir. İnsanlarının onayının
peşinde koşanı ise bir hamlede gözden düşürebilir. Hiç kimse sana değer vermese
de sen kendine Allah sana değer verdiği için değer ver, sen bu dünyada Onun
misafirisin. Alnının akıyla yaşayıp tertemiz ölmeye bak kızım, gerisi hep faso
fiso.
Kezban Muzaffer Dedenin
ellerine sarıldı. Allah kendi katındaki değerimizi artırsın ve bizi kul onayı
bağımlılığından kurtarsın, dedeciğim ne olur bana dua et, dedi.
Bu an Kezban için büyük bir başlangıçtı, hem
de gerçek Kezban’ı bulmak için çok çok önemli bir başlangıç.
Sanırım yazar benim içime dinleme cihazı koymuş 🙂
YanıtlaSil