ÇOCUKLUK TARAFINDAN İKİNCİ YOLCULUĞA BİR BAKIŞ
Bazı çocuklar yaralıdır, öfkelidir, anlamsız
sıkıntılar, korkular içinde debelenip dururlar. Bazı büyükler de öyle. Bu yazı onlardan bahsetmektedir. Bu yazının burada yazılanları okuduğunda içi acımayanlar, yazılanlarla savaşma veya yazılanlara üzülme lüksü olmayanlar için bir anlamı vardır. Aramızda kendi yaralı çocukluğunu sırtında, karnında, boğazında gezdiren büyümüş çocuklar
gezer, durur. Acaba içimizdeki çocuk bizden ne istemektedir? Belki de sadece
içimizde bir çocuk olduğunu gerçekten hissetmemiz bile ona yetecektir…
Çocuklukta yaşananlar bir sır olsun ya da
olmasın bizim şimdiki baktığımız pencereden tam anlamıyla görülemezler. Orda
bir çocuk vardır uzakta, aklımızda, düşüncelerimizde, belki bir siluetten başka
hiçbir şeyi kalmamış. Çocuk halimizin huzursuzluğunu, eksikliğini, derin içsel
sıkıntısını ve anlamlandıramayıp bastırdığı şeyleri çok derinlere gömdüğümüz,
kilitli bir sandığa kapattığımız için bazen çok zor olur çocukluğa gitmek. Çocukluk
anılarını sakladığımız, duyguların üzerini örterek kilitlediğimiz korku, acı,
öfke, sevgi eksikliği, yetersizlik ve değersizlik dolu olabilen bu sandık kimi zaman bir
sancı olur karnımıza oturur, kimi zaman gelir boğazımızı sıkar, kimi zaman korkudan
elimizi ayağımızı titretir, kimi zaman da bizi kendimizi tanıyamadığımız bir
hale büründürür, belki de bir canavara dönüştürür. İşin aslı dünyanın en korunaklı
sandığında saklansa bile her an bizimle gezen, benimle ne zaman ilgileneceksin?
Diye sora sora ilgi bekleyen bir çocuk vardır içimizde ve elbette beraberinde irili ufaklı bir
sürü çocukluk dosyalarıyla. Nasıl olmasın ki? Kendisi ne kadar gerçekten
sevilebildiyse bizi o kadar sevebilmiş birileri vardı başımızda. Anne, baba, akrabalar
ya da her kimse. Belki de bizi kendi yaşadıklarını yaşamayalım diye daha fazla,
daha koşulsuz sevmek istediği halde sevememiş, sevgiyi bir şeylere bağlı olarak
vermekten kendini kurtaramamış, çaresizlik içinde sıkışmış bir ebeveyn. Biz de
olmayanı, bilmediğimiz tatmadığımız bir şeyi hele ki içimizde eksikliğinin yarasını
taşıdığımız şeyi ne kadar verebiliriz? Belki vermeyi deneriz. Veriyormuş gibi
yaparız ama bir çocuk mış gibi yapanı bilir. Sevilmekte ve
sevmekte çaresiz kalmışların, bir çocuğu yaşadıkları karşısında çaresiz bırakmaktan
ve onu kaldıramadığı yükleri bastırmaya itmekten başka çareleri var mıdır? Kim
suçludur? Bunun cevabı çoğu zaman hiç kimse, bir suçlu aradığımız
yok zaten. Esas mesele içerdeki masum çocuğun kendini suçlu hissetmesi, kendi
başındakilerinin koşullu sevgileri sebebiyle bir ömür boyu sevgi dilenciliği mağduru
olmasıdır. O çocuk ki büyüyünce bir gıdım sevgi için kendini hiçe sayıp, kendine
zarar verecek ölçüde vermeye başlar, elinde verecek neyi varsa. Sevilmek, değer
görmek ve kim olduğunu bulmak için kendisine kim olduğunu unutturacak şekilde çabalar. Sevileyim diye peşinde
koştuklarından yediği darbelerle sarsılsa da bu oyun devam eder. Arada bir küser. Bazı dönemler kendi dahil herkese her şeye küser. Bu defa son
artık kimseye inanmayacağım, kimseye kendimi kullandırtmayacağım dese bile yine
güvenir, yine kullandırtır. Sevilmek için belli şartları sağlamaya, kendimizi
kullandırtmaya ihtiyacımız varsa ortada beni kullanın diyerek gezmekten daha
normal bir durum yoktur. Zaten kullanma ya da kullanılma meselesini gündeme kim, niye getirir ki? İçimizde bir yerlerde bizimle gezen küskün ve yaralı çocuğun hiçbir şey
beklenmeksizin sevilmeye ihtiyacı vardır. Ancak etraf bizi koşullu seveceklerle, sevgiyi bir şeye bağlamayı öğrenmişlerle
doludur. Yaralı çocuğun ara sıra, bir süre için de olsa kendisini gerçekten seven birileri
karşısına çıksa da bunlar da çocukluktaki bastırılmış sevgi açlığını gideremez. Gerçek sevgiye olan açlık öyle bir açlıktır ki bir şeyler yapılarak,
bir şey olunarak, bir başarı, bir onay sayesinde elde edilmeye çalışıldıkça daha
da beter acıktırır. Esas mesele şudur ki az ya da çok sevgi açlığı çeken ve
belki de kin, nefret, öfke, kıskançlık gibi farklı duyguları duygu sandığına
bastıran o masum çocuğun yaralarını bizzat kendimizden başka saracak hiç kimse
yoktur. Hiç kimse bizim kadar bu sandığın içinde neler olduğunu, yıllardır
çocukluk yüklerimizden dolayı neler yaşadığımızı bilemez. Bize bu yükü bilerek
ya da bilmeyerek yükleyenler bile. İçimizdeki çocuğun ne tür yaraları varsa açık kalmıştır ve sarılmaya ihtiyacı vardır. Bu yaraları sarmak için
bizzat duygu sandığına dönüp, içimizdeki masum çocuğu kucaklayıp onun en yakın
dostu, arkadaşı hatta anası babası olmak yerine acı çekerim diye düşünüp
ondan kaçarsak kuyruğunu kovalayan köpekler gibi hiç bitmeyen bir döngüyü
başlatmış oluruz. İşi bizzat yerine giderek çözmez, yıllardır içimizde bize
küsmüş, hatta belki bizim de ondan nefret ettiğimiz, karşı karşıya gelmekten
kaçtığımız bu çocuğa sahip çıkmazsak, gerçek sevginin ne olduğunu doya doya
tatmamış, tadamamış bu masuma destek olmazsak kendi kendimizin en büyük düşmanı
olmaya devam ederiz. Biz sahip çıkmazsak, gidip yaralarını sarmazsak kim
saracaktır bu acı dolu, öfke dolu, sıkıntıdan yere göğe sığamayan çocuğu? Bu
vakitten sonra hiç kimse. Hiç ama hiç kimse...
Yorumlar
Yorum Gönder